- Mesajlar
- 15,859
- Tepki puanı
- 1,261
- Düşünce
- Sünni
Kur’ân’ın ulu’l-emr’e itaati bildiren âyeti şöyledir: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulü’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (en-Nisâ, 4/59)
İlgili metnin iyi anlamlandırılması için ilk olarak ulu’l-emr tamlamasının iyi kavranması lazımdır. Arapça dilinde أُوْلُو ifadesi, ذُو، صَاحِبٌ، أَهْلٌ benzeri sözüklerin eş anlamlısıdır ki hepsinin manası da “sahip” demektir. Ulu’l-emr tamlamasının diğer sözcüğü olan اَلْاَمْرُ sözcüğü ise genel olarak iki anlamı içermektedir. İlki “talimat/bir fiili istemek”, ikincisi ise “iş, hâl, durum” manalarıdır. İlk manaya göre ulu’l-emr hükumet ve yönetimi elinde tutan “yetki sahipleri” demektir. Diğer manasına göre ise o, "ashabu’ş-şe’n" manasındadır; yani belirli alanlarda ihtisaslaşmış olan ve belirli vazifeleri yerine getirmekle görevli bulunan insanları (işin erbabını) ifade eder. Bu ikinci anlam ilkini de içine alacak şekilde geniş bir manaya sahiptir. Zira devleti yönetenler de son tahlilde "ashabu’ş-şe’n" sayılırlar.
Câbir b. Abdullah, Fahreddin er-Râzî, Hasan el-Basri, İbrahim en-Nehai, İmam Malik, Mücahid, Ata ve Dahhâk gibi zatlara göre ulu’l-emr ile bahsedilen kişiler dinî ilimler alanında uzmanlık kazanmış kişiler olan ulema ve fukahadır. (Tefsiru’l-Kurtubî, 5/259) Ebu Bekir b. Arabi, İbn Kesir, İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi bazı âlimler ise ulu’l-emr’in hem ulemayı hem de umerayı kapsayan daha genel bir kavram olduğunu ifade etmişlerdir. (İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/574, Tefsiru İbn Kesir, 2/304)
Peki ulu'l-emr'e itaatin ölçüsü nedir?
Hz. Ali şöyle demiştir: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi devlet başkanı üzerine bir haktır. O bunu yaptı mı onu dinleme, ona itaat etme ve çağırdığında icabet etme de halk üzerine bir haktır.” (İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/418)
Peşinden, “Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” buyrulması konunun anlaşılması adına çok önemlidir. Âyette, insanlar arasında yaşanması muhtemel irili-ufaklı her çeşit fikir ayrılığının çözülmesi için Allah ve Resûlü’ne arz edilmesi bildirilmektedir.
Metindeki bu ifadeler, yaşanması muhtemel ihtilafların çözüm merciinin âlimler olduğunu göstermektedir. Şöyle ki fikir ayrılığı durumunda Allah ve Rasûlü’ne müracaat edilmesi emredilmektedir. Konuyu Allah’a arz etmekten anlaşılan ilk mana O'nun Kitabı’dır. Rasûlü’ne müracaattan anlaşılan mana ise O, hayatta iken kendisi, vefatından sonra ise Sünneti’dir.
Ama ayette bahsedilen Kur’ân ve Sünnet’in zahiri anlamları da olmamalıdır; çünkü âyetin ilk kısmında zaten öncelikli olarak itaat edilmesi gereken kimseler olarak Allah ve Resulü, yani Kur’ân ve Sünnet gösterilmiştir. Demek ki burada kastedilen, kıyas, istihsan ve maslahat gibi ilke ve delilleri de kullanarak âyet ve hadis lafızlarının delalet ettiği daha derin manalara vâkıf olunması, bu manalardan yola çıkarak bir kısım hüküm ve içtihatlara ulaşılmasıdır. Bunu yapma donanımına sahip olanlar ise âlimlerdir. Demek ki âyet-i kerimede insanlar arasındaki fikir ayrılıklarını çözme görevi ulemaya bırakılmıştır. (Bkz. Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/177)
Farklı bir bakış açısıyla anlaşmazlık durumunda Allah ve Rasûlü’ne müracaat edilmesi emrinin, hukuka delâlet ettiği de söylenebilir. Çünkü İslâm’da ayet ve hadislerin en ehemmiyetli özelliklerinden birisi de yasama ve yargı faaliyetine kaynaklık yapmalarıdır. Sonuç olarak bu emrin, insanlar arasındaki yaşanması muhtemel anlaşmazlıkların hukuk tarafından çözülmesi gerektiğine, dolayısıyla da hukuk devletine ve hukukun üstünlüğü prensibine işaret ettiği de düşünülebilir.
Diğer taraftan ulu'l-emr'e itaatin esas manası, ulu'l-emr'in bulundukları konuma ve yürürlükteki yasalara itaattir. Allah, bu tarz emirleriyle mü’minlerden aynı zamanda iyi bir vatandaş olmalarını talep etmektedir; çünkü bir toplumun sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî alanlarında düzenin, istikrarın, asayişin, birliğin ve huzurun temin edilebilmesi, vatandaşların meşru olan yasalara riayet etmelerine bağlıdır. İtaatin yerini isyanın alması durumunda ise anarşi, fitne, fesat, başıbozukluk ve ayrışmalar ortaya çıkacaktır. Hâlbuki fitne ve fesada engel olma, sulh ve salahı sağlama, ihtilâf sebeplerini ortadan kaldırarak birlik ve bütünlüğü sağlama İslâm’ın toplumsal hayat adına en önde gelen hedeflerindendir.
Peki, İslâmî hükümlerin uygulandığı bir ülkede bilhassa dini ilgilendiren meselelerde yasa ve kanunları vaz edecek olan veya siyaset ve yönetime dair alanlarda işin uzmanları tarafından yapılacak olan yasa ve kanunların İslâm’a uygun olup olmadığını denetleyecek olan kimdir? Şüphesiz âlimler ve fakihlerdir. Eğer baştaki yönetici ve diğer yetkililer hem de “âlim” niteliğini taşıyorsa, tabi ki onlar da hüküm vaz etme faaliyetinin içinde yer alacaklardır. Bu yüzden yöneticilerin icraatları, ulemanın fetvaları çerçevesinde olacağından, bazıları âlimleri “ümeranın ümerası” olarak vasıflandırmışlardır. (Mefâtihu’l-gayb, 10/114)
Esasında yöneticilerin iş ve icraatlarında da bağımsız değillerdir ve keyiflerince hareket edemezler. Aksine Kur’ân, “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (42/38) şeklindeki veciz ifadesiyle yönetimin bütün kademelerinde bulunan ümeraya işlerini şura ile yürütmelerini emretmiştir. Ulema, kendileriyle meşveret edilecek olan kurulu “ehlü’l-halli ve’l-akd” diye adlandırmış ve bu heyetin ilim, ihtisas ve tecrübe sahibi kişilerden oluşması gerektiği üzerinde durmuştur. Tüm bunlar da ortaya koymaktadır ki ulu’l-emr’e itaatin alimlerle de çok yakın bir ilişkisi mevcuttur.
Hem yasa konulmasında hem de şura heyetinde yer alacak ulema sadece din âlimleri olmamalıdır. Özellikle siyasetin, ekonominin, devletler arası ilişkilerin, sosyal hayatın vs. çok karmaşık bir hâl aldığı ve ihtisaslaşmanın yaygınlaştığı günümüz dünyasında elbette din âlimlerinin yanı sıra daha başka alanlarda uzmanlaşmış kişilere de ihtiyaç duyulacaktır. Zaten Enbiya suresindeki, “Şayet bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.” (el-Enbiya, 21/7) âyet-i kerimesinin ifade ettiği mana da bunu gerektirir. Tabii ki nihai aşamada bu tür uzmanların kendi alanlarıyla ilgili ortaya koydukları bilgi ve birikimlerin dinî naslara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi için, derin bilgi sahibi olan din âlimlerine ihtiyaç olacaktır.
İlgili metnin iyi anlamlandırılması için ilk olarak ulu’l-emr tamlamasının iyi kavranması lazımdır. Arapça dilinde أُوْلُو ifadesi, ذُو، صَاحِبٌ، أَهْلٌ benzeri sözüklerin eş anlamlısıdır ki hepsinin manası da “sahip” demektir. Ulu’l-emr tamlamasının diğer sözcüğü olan اَلْاَمْرُ sözcüğü ise genel olarak iki anlamı içermektedir. İlki “talimat/bir fiili istemek”, ikincisi ise “iş, hâl, durum” manalarıdır. İlk manaya göre ulu’l-emr hükumet ve yönetimi elinde tutan “yetki sahipleri” demektir. Diğer manasına göre ise o, "ashabu’ş-şe’n" manasındadır; yani belirli alanlarda ihtisaslaşmış olan ve belirli vazifeleri yerine getirmekle görevli bulunan insanları (işin erbabını) ifade eder. Bu ikinci anlam ilkini de içine alacak şekilde geniş bir manaya sahiptir. Zira devleti yönetenler de son tahlilde "ashabu’ş-şe’n" sayılırlar.
Câbir b. Abdullah, Fahreddin er-Râzî, Hasan el-Basri, İbrahim en-Nehai, İmam Malik, Mücahid, Ata ve Dahhâk gibi zatlara göre ulu’l-emr ile bahsedilen kişiler dinî ilimler alanında uzmanlık kazanmış kişiler olan ulema ve fukahadır. (Tefsiru’l-Kurtubî, 5/259) Ebu Bekir b. Arabi, İbn Kesir, İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi bazı âlimler ise ulu’l-emr’in hem ulemayı hem de umerayı kapsayan daha genel bir kavram olduğunu ifade etmişlerdir. (İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/574, Tefsiru İbn Kesir, 2/304)
Peki ulu'l-emr'e itaatin ölçüsü nedir?
Hz. Ali şöyle demiştir: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi devlet başkanı üzerine bir haktır. O bunu yaptı mı onu dinleme, ona itaat etme ve çağırdığında icabet etme de halk üzerine bir haktır.” (İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/418)
Peşinden, “Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” buyrulması konunun anlaşılması adına çok önemlidir. Âyette, insanlar arasında yaşanması muhtemel irili-ufaklı her çeşit fikir ayrılığının çözülmesi için Allah ve Resûlü’ne arz edilmesi bildirilmektedir.
Metindeki bu ifadeler, yaşanması muhtemel ihtilafların çözüm merciinin âlimler olduğunu göstermektedir. Şöyle ki fikir ayrılığı durumunda Allah ve Rasûlü’ne müracaat edilmesi emredilmektedir. Konuyu Allah’a arz etmekten anlaşılan ilk mana O'nun Kitabı’dır. Rasûlü’ne müracaattan anlaşılan mana ise O, hayatta iken kendisi, vefatından sonra ise Sünneti’dir.
Ama ayette bahsedilen Kur’ân ve Sünnet’in zahiri anlamları da olmamalıdır; çünkü âyetin ilk kısmında zaten öncelikli olarak itaat edilmesi gereken kimseler olarak Allah ve Resulü, yani Kur’ân ve Sünnet gösterilmiştir. Demek ki burada kastedilen, kıyas, istihsan ve maslahat gibi ilke ve delilleri de kullanarak âyet ve hadis lafızlarının delalet ettiği daha derin manalara vâkıf olunması, bu manalardan yola çıkarak bir kısım hüküm ve içtihatlara ulaşılmasıdır. Bunu yapma donanımına sahip olanlar ise âlimlerdir. Demek ki âyet-i kerimede insanlar arasındaki fikir ayrılıklarını çözme görevi ulemaya bırakılmıştır. (Bkz. Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/177)
Farklı bir bakış açısıyla anlaşmazlık durumunda Allah ve Rasûlü’ne müracaat edilmesi emrinin, hukuka delâlet ettiği de söylenebilir. Çünkü İslâm’da ayet ve hadislerin en ehemmiyetli özelliklerinden birisi de yasama ve yargı faaliyetine kaynaklık yapmalarıdır. Sonuç olarak bu emrin, insanlar arasındaki yaşanması muhtemel anlaşmazlıkların hukuk tarafından çözülmesi gerektiğine, dolayısıyla da hukuk devletine ve hukukun üstünlüğü prensibine işaret ettiği de düşünülebilir.
Diğer taraftan ulu'l-emr'e itaatin esas manası, ulu'l-emr'in bulundukları konuma ve yürürlükteki yasalara itaattir. Allah, bu tarz emirleriyle mü’minlerden aynı zamanda iyi bir vatandaş olmalarını talep etmektedir; çünkü bir toplumun sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî alanlarında düzenin, istikrarın, asayişin, birliğin ve huzurun temin edilebilmesi, vatandaşların meşru olan yasalara riayet etmelerine bağlıdır. İtaatin yerini isyanın alması durumunda ise anarşi, fitne, fesat, başıbozukluk ve ayrışmalar ortaya çıkacaktır. Hâlbuki fitne ve fesada engel olma, sulh ve salahı sağlama, ihtilâf sebeplerini ortadan kaldırarak birlik ve bütünlüğü sağlama İslâm’ın toplumsal hayat adına en önde gelen hedeflerindendir.
Peki, İslâmî hükümlerin uygulandığı bir ülkede bilhassa dini ilgilendiren meselelerde yasa ve kanunları vaz edecek olan veya siyaset ve yönetime dair alanlarda işin uzmanları tarafından yapılacak olan yasa ve kanunların İslâm’a uygun olup olmadığını denetleyecek olan kimdir? Şüphesiz âlimler ve fakihlerdir. Eğer baştaki yönetici ve diğer yetkililer hem de “âlim” niteliğini taşıyorsa, tabi ki onlar da hüküm vaz etme faaliyetinin içinde yer alacaklardır. Bu yüzden yöneticilerin icraatları, ulemanın fetvaları çerçevesinde olacağından, bazıları âlimleri “ümeranın ümerası” olarak vasıflandırmışlardır. (Mefâtihu’l-gayb, 10/114)
Esasında yöneticilerin iş ve icraatlarında da bağımsız değillerdir ve keyiflerince hareket edemezler. Aksine Kur’ân, “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (42/38) şeklindeki veciz ifadesiyle yönetimin bütün kademelerinde bulunan ümeraya işlerini şura ile yürütmelerini emretmiştir. Ulema, kendileriyle meşveret edilecek olan kurulu “ehlü’l-halli ve’l-akd” diye adlandırmış ve bu heyetin ilim, ihtisas ve tecrübe sahibi kişilerden oluşması gerektiği üzerinde durmuştur. Tüm bunlar da ortaya koymaktadır ki ulu’l-emr’e itaatin alimlerle de çok yakın bir ilişkisi mevcuttur.
Hem yasa konulmasında hem de şura heyetinde yer alacak ulema sadece din âlimleri olmamalıdır. Özellikle siyasetin, ekonominin, devletler arası ilişkilerin, sosyal hayatın vs. çok karmaşık bir hâl aldığı ve ihtisaslaşmanın yaygınlaştığı günümüz dünyasında elbette din âlimlerinin yanı sıra daha başka alanlarda uzmanlaşmış kişilere de ihtiyaç duyulacaktır. Zaten Enbiya suresindeki, “Şayet bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.” (el-Enbiya, 21/7) âyet-i kerimesinin ifade ettiği mana da bunu gerektirir. Tabii ki nihai aşamada bu tür uzmanların kendi alanlarıyla ilgili ortaya koydukları bilgi ve birikimlerin dinî naslara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi için, derin bilgi sahibi olan din âlimlerine ihtiyaç olacaktır.